Habere göre Birtan Altunbaş'ı öldüren polislerin aldığı 35 ay yani 3 yıl bile olmayan ceza süresi 14 ay kadar azaltılmak isteniyormuş. Kim tarafından? Elbette Adalet Bakanlığı tarafından. İşte tam bu sırada bir ismi mayamız gereği hatırlamamız gerekiyor; Erol Zavar...
"Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu"nu sorduk uzun uzun, bildik ki sorulması gerekenin görünürlüğü hafızamızın derya kuzuluğu. Oysa Mezopotamya'nın çeperindeki nehirlere yıllar yılı analar gözyaşı döktü usulca. Ağıtları yankı dahi yapmadı, yapamadı... Solukları sessiz, avazları kimsesizdi. Meçhul -Malumu dillendirebilen olmadığından- faillilerin anaları ağlarken döktükleri gözyaşı selinin bile yine gelip o anaları yuttuğunu bilmeyen yok. Hala ortak bir bilinçle elinden tutup yücelttiğimiz bu sistemsiz yargı, bu temelsiz hukuk, bu dingili kırılmış kamyon misali savrulup duran ve rüzgarın estiği yönden esip gürleyen iktidar azmi gözaltlarında ölenlerin hesabından uzak durur. Onların hesabını sormak demek zihniyetin çarpıklığını göze sokmak demektir. "Dünyanın en genç mezarlığı bizim" idi ve en genç mezarlığa gömülmek üzere tazecik bedenler yetiştirilmeliydi. Onların yerine doğacaklara yeni teraneler anlatılmalıydı. Bu yüzden işte çok umursanmaz bu coğrafyada meçhul(!) failleri olan cesetler. Ki biz yine de Adnan Yücel'in "Adı Kayıp" adlı şiirinden bihaberiz;
"Deniz yok olursa diyor bir çocuk
Balık kaybolursa
Ne derim benden sonraki çocuklara
İnsanlar kaybolurken gözaltılarda
Çöllerde boğulan nehirler
Ey çocuk
Nasıl varır okyanuslara"
Gözaltında kaybettiklerimizin, yitirdiğimiz solukların güncesini tutmak yerine Engin Çeber'i öldüren Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu'nun meclisten geçmesi için çırpınmış bir adalet bakanı özür dileyiverince "devlet özür diledi, koskoca bakan özür diledi" diye meydanlarda koştuk. O kadar hazırız ki aslında güya hesabını sormaya çalışırken kayıpların, devletle yan yana durmaya. Bir kapı açılsa, deseler ki biz ordan geçerken mesela, "gelin devlet özür diledi" biz hemen o an unutuveririz toprak altında çürüyenleri. Bilmeden basıp geçtiğimiz toprakların altında kimbilir yatan 15000 meçhul failli yitirilmişleri.
Kendini şiirlere vuruyor insan. Belki Birtan yaşıyor olsa şu an 40'lı yaşlarında olacaktı ve muhtemeldir ki o da şu anda şiirden gayrısına sığınamayacaktı devlet zulmünden ıslanırken. O da Nazım Hikmet'in Delikanlım adlı şiirini okurken Uğur Kaymaz'ı aklına getirecekti belki de. Uğur Kaymaz'ın 12 yaşındaki bedeninden 13 kurşun çıkmıştı...Onu ve babasını öldürenler ise Yargıtay kararı gereği serbest...
"Delikanlım!.
İyi bak yıldızlara,
Onları belki bir daha göremezsin.
Belki bir daha
Yıldızların ışığında
Kollarını ufuklar gibi açıp geremezsin..
....
.....
......
Delikanlım!.
Sen ki, ya bir köşe başında
Kan sızarak kaşından
Gebereceksin,
Ya da bir darağacında can vereceksin.
İyi bak yıldızlara
Onları göremezsin belki bir daha..."
Delikanlılar öldürüldü, gencecik kızlar öldürüldü. Küçücük çocukların bedeninden yaşlarından yaşlı mermiler çıkartıldı. Biz unuttuk söylemeyi, uyuduk.
"Uyan gafil uyan, uyumak ölüme eştir, gaflet ile yatanın sonu ateştir" demişti birisi, duymuştum. Aslında anlatılanın bizim hikayemiz olduğundan yabancılaşarak, yine de sonunda bize dair olduğunu anlayarak...
Ve "adı kayıp" olanın şiiri hala sayfalarda yazılı duruyor;
"Aç gözlerini o çığlıkları çocuk
Kayıp analarının gözlerine bak
O gözler ki karanfil kıvrımında nar çokluğu
Sevda denizlerinde oğul ve kız yokluğudur
Her biri bir depremdir yüreklerde
Her biri açlık içinde zulüm tokluğudur."
Birtan Altunbaş bir gece öldürüldü. Sabahı göremeyen gözleri sevenlerinin feryadlarını da göremedi, onun ölümünü sıradan bir olaymışçasına kabullenenleri de...