Kimseye Etmem Şikayet...

Seyrine takılmak üzre beklediğim yelkenler, fora! Belki ucundan yöresinden size de değer anlatılanın tınısı...

26 Temmuz 2010 Pazartesi

HES’LERE KARŞI ÇIKANLAR KALKINMA DÜŞMANI(!)

-Birgün'de yayınlanmıştır-

CEYHAN ÇILĞIN (*)

On yaşına kadar hep çok sevdim büyük su birikintilerini. Yaşadığımız coğrafyada hırçın akan Munzur Nehri’ne ufacık ellerimizle taş atmayı da severdik çoğumuz. Ama Keban Baraj’ı başkaydı. Tunceli’den Elazığ’a minibüsle yaptığımız yolculuklarda en merakla beklediğimiz an, Keban Baraj Gölü’nün gözümüz görebildiğince bir deniz misali arz-ı endam ettiği andı. Hepimiz adeta cama yapışır, büyük bir şaşkınlıkla temaşa eylerdik Keban Baraj’ını, onlarca kez görmüş olsak bile… Büyüyünce fark ediyorsun çocukluğunun bazı köşebaşı heyecanlarının, şaşkınlıklarının artık haletiruhiyende korkulara dönüştüğünü… Çok sevdiğin nice olgunun birçok canlı için nasıl zararlı hale geldiğini hayretle anlıyorsun.

İNSAN MERKEZLİ EKOLOJİK YAKLAŞIM

Şimdilerde çeşitli kurum ve kuruluşlar tarafından ödüllere boğulmak marifetiyle, yaptıkları ve söylemleri olumlanan Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu’nun, “Hidroelektrik Santrallara (HES) karşı çıkmak büyük kasıttır” özetli söylemlerini çocukluğumun şaşkınlığına bürünüp birçok kere okudum geçtiğimiz günlerde. Ana fikri başından belli bu cümlelerle yılın mahut zamanlarında karşılaşmak adettendir artık. Muktedir, kendini masumlaştırıp öne çıkartırken illa ki bir düşman yaratmaktadır. Başbakan kendini “çevrecinin daniskası” ilan ederken çevrecilerin tek işinin sadece nümayiş yapmak olduğunu, aslında çevrecilerin bu eylemleri yaparak hükümetin ‘iyi niyetli’ girişimlerini engellemeye çalıştıklarını anlatıyor, sonra “çevrecinin daniskası” olarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı iken yaptığı ‘çevreci’ girişimlerden bahsediyor. 180 km öteden İstanbul’a su getirirken aslında çevreye -başta ormanlık alanlar olmak üzere- verdiği zararı bir şekilde kabul ederken, her şeyi insanlar için yaptığını açıklıyordu. Böylelikle insanın temel faydasını esas alan antroposentrik (İnsan merkezli) ekolojik yaklaşımın daniskasını da yapıyordu. 2008 Ağustos’unda bu açıklamaları yapan Başbakan Erdoğan’dan 2 yıl sonra Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu bu antroposentrik ekolojik yaklaşımı bir adım daha öteye taşıdı ve yine kendisi özelinde devletin suya dair politikalarını “masum” ilan ederken, başbakanın diline kıyasla daha tehlikeli bir dil kurdu:
“Rusya bile kendi doğalgazı olmasına rağmen doğalgazdan elektrik üretmiyor. Bizim de bu konuda akıllı olmamız gerekir. Bazı gruplar, bazı lobiler hidroelektrik enerjisi çok ucuz olduğu ve kendi menfaatlerine zarar verdiği için bazı gönüllü kuruluş ve kişileri yönlendirip buna karşı bir propaganda yapıyorlar. Bu son derece yanlıştır. HES suyu kullanmıyor sadece düşümünden faydalanıyor sonra suyu tekrar nehre veriyor.” (14 Nisan 2010)
Bu açıklamayı okuyunca siz de Çevre ve Orman Bakanı’nın Hidroelektrik Santrallara karşı çıkanların lobicilik sonucu yönlendirildiği iddiasını ilk bakışta fark etmişsinizdir. Hemen arkasından Eroğlu’nun bu açıklamalarında çevresel faktörlerden hiç söz etmediğini de görmüşsünüzdür. Kimin hangi temel faktörden sorumlu devlet bakanı olduğunu anlamakta güçlük çektiğimiz şu günlerde bu açıklamayı işleri gereği maliye yahut enerji bakanı yapsa bir nebze daha az şaşırtıcı olurdu. Ama Çevre ve Orman Bakanı bu açıklamaları yaparken sadece iktisadi açıklamalar yapmakla yetinmemiş ve kimi kuruluşları da “kalkınma düşmanı” imasıyla zan altında bırakmaktan imtina etmemiş. Eroğlu, Hidroelektrik Santralları’nı yere göğe sığdıramadığı açıklamasında 8 milyar dolarlık ithal edilen enerjinin son bulacağını da vurguluyor. Bu vurgusu, HES’lere karşı çıkanları yönlendiren lobiler iddiasıyla kimleri vurguladığını da zımnen açıklıyor.

HES’LERİN ÇEVRECİLİĞİ

Eroğlu’nun HES’lere karşı çıkanları bu türlü nitelemelerle saf dışı bırakmaya çalıştığı açıklamalarını bir kenara koyup HES kavramına geri dönelim. 2009 yılı verilerine göre Türkiye’de genel toplamda 1.935 Hidroelektrik Santraldan bahsediyoruz. İşletme halinde olan 158, inşa halinde olan 24, katı projesi hazır olan 15, planlama raporu hazır olan 175, Master Planı hazır olan 95, ilk etüdü yapılmış 259 ve tüzel kişiler tarafından geliştirilen 1.209 adettir. 2007 yılında Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’ndan Çevre ve Orman Bakanlığı’na geçiş yapan Devlet Su İşleri “kullanılmayan her damla su ülkemizin kaybolan parasıdır” şiarıyla her damla suyu kullanmaya niyetli. Zaten Çevre ve Orman Bakanı’nın Maliye Bakanı gibi konuşmasının arka planında DSİ’nin kendi bakanlığına bağlı bir kurum olmasının etkisi yoğundur. Ancak bizim Çevre ve Orman Bakanı Eroğlu’ndan beklentimiz ara sıra yine kendisine bağlı Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü’nü de konuşmalarına katması. Zira HES’lerin ekonomik katkılarından bahsederken doğa koruma alanlarında ve milli parklarda yaratacağı çevresel etkilerden de bahsetmek gerekir. Bakanın “çevreci” ilan ettiği HES’lerin zararlarından sadece birkaçı şöyle:

» Doğal akışı durdurulan ve önüne çekilen set ile birlikte biriken suyun yapısı ve özelliği değişebilir. Bu değişime ek olarak canlıların yaşam alanları tehlikeye girebilir ve nadir türler yok olabilir. Nitekim rezervuarlarda biriken sular sıcaklık ve neme bağlı olarak bölgenin iklimini değiştirebilir. Bu iklim değişikliği ve suyun uğrayacağı değişim sonucu birçok endemik tür ve takson yok olabilir.

» HES’ler nedeniyle akarsular deltalarına tortu taşıyamamakta ve dolayısıyla tortu ile birlikte taşınan besinler deltalarda yaşayan canlılara ulaşamamaktadır.

» Suyu yüksek kotlarda tuttuğundan dolayı aşağıya doğru akış gerçekleşmemekte ve bu nedenle kapalı havzalarda yeraltı suları ve doğal göller kurumaktadır. 100’den fazla ülkede çalışmalar yürüten bir doğa koruma kuruluşu WWF’nin 2008 yılında yayımladığı Sulak Alan Raporu’nda Türkiye’de son 40 yılda toplam 2.500.000 hektarlık sulak alanın yaklaşık 1.300.000 hektarının, yani yarısından fazlasının ekolojik ve ekonomik özelliklerini yitirdiği açıklanıyor.

» HES’lerin rezervuarında biriken sular kimi zaman orman alanlarını ve bu alanlarda yaşayan canlıları yok etmektedir. Çevre ve Orman Bakanlığı’nın GIS veritabanlı haritalarını incelediğimizde, koruma alanları kısmında görülen milli parklarda ve doğal koruma alanlarında sürmekte olan HES projelerini görmek mümkün. Bu alanlarda yaşayan canlıların ve özellikle endemik türlerin zarar görebileceği her türlü projeye karşı çıkması gereken bakanlık, bünyesine yeni katılan DSİ’nin HES projelerini bu canlılardan ve orman alanlarından neredeyse hiç bahsetmeden yürütüyor.

» Rezervuar alanlarının altında kalan tarım arazileri dönüşşüz bir yok oluşa maruz kalıyor. Suların altında kalacak olan köylerdeki köylüler ise özgün yaşam kültürlerinden vazgeçirilip ya büyük şehirlere zorunlu göç ediyor yahut yine aynı kentin başka yörelerine taşınmak durumunda kalıyorlar. Böylelikle barajlar ve HES’ler sosyo-ekonomik sorunlara sebep oluyor.

» Arıtma tesislerinin olmadığı bölgelerde akarsuya dahil olan kanalizasyon ve atık sular rezervuar alanlarında birikip yöre halkı ve diğer canlılar için hastalık riskleri oluşturuyor.

HAYAT DAMARLARINI KURUTAN PROJELER

HES’lerin direkt olarak verdiği zararlardan bir kısmı böyle ama en vurucusunu noktasal bir örnekle anlatabilmek için sona sakladım. Munzur Vadisi Milli Parkı’nda yapılması planlanan 8 HES’ten Konaktepe 1 ve Konaktepe 2 adlı HES’ler arasında kalan 15 kilometrelik bir alanda Munzur Nehri tünellerle taşınacak ve böylelikle adeta bir çevre katliamı yaratılacak. 15 kilometre boyunca hiç su akışı olmayacağından nehir yatağı kuruyacak. Çevreyle ilişkisini para üzerinden kuranlar bilmez, ama biz biliriz ki eğer bu projeler gerçekleşirse kayalıkların başından nehrin kıyısına kadar su içmek için inen dağ keçileri su içmek için başka bir yer aramaya zorlanacak, su ekosistemindeki denge hali bazı türlerin yok olmasıyla birlikte dönüşsüz bir cansızlaşma haline evrilecek. Özeti şudur: 15 km boyunca alanı özellikli hale getiren unsurların büyük kısmı yok olacak! Ettikleri hayır(!) incittikleri kurbağaya bile değmiyor...
Özel şirketler ve bakanlığın söz söylediği, laf ürettiği, yetinmeyip icraatlarını bina ettiği coğrafyaların insanları olarak doğamıza, sağlığımıza ve kültürümüze olumsuz müdahalelerde bulunacağına inandığımız her türlü projeye karşı çıkmaya, üstümüze yapıştırılmak istenen her türlü yaftaya rağmen karşı çıkacağız.

(*) MSGSÜ, Şehir ve Bölge Planlama, Öğrenci
ceyo.0062@gmail.com

3 Nisan 2010 Cumartesi

İNSANI HAYATIN ÖZNESİ HALİNE GETİREN ÖRGÜTLÜLÜK: ÇINARDİBİ

- Bu röportaj Birgün Gazetesi'nde yayımlanmıştır.


Ümraniye’de Kazım Karabekir Mahallesi’nde bir kültür merkezi yaptıklarıyla mağduru, ezileni ve konuşturulmayanı yozlaşma ve yabancılaşmaya karşı duruşa davet ederken kendi deyimleriyle “insanı hayatın öznesi” haline getirmek için alternatif bir örgütlenme yoluyla toplumsal dinamiklere yön veriyor. Fazla açıklamaya gerek yok, mevzunun ayrıntısını önce Çınardibi Dergisi’nden Kültür Merkezi sürecine değin yoğun emek harcamışlardan Devrim Boran ve Nazlı Baybar ile konuştuk

Yaptığınız çalışmalarla ilgili sorulara geçmeden, mahallenizin genel durumundan bahseder misiniz?


Devrim Boran: Mahalle 2B arazisinde yer alıyor ve aramızda tapu sahibi olan yok. Mahalle aynı zamanda kentsel dönüşüm projesi kapsamında yer alıyor. Herhangi bir yıkım kararı yok ama insanlara tapu dağıtılacağı yönünde çeşitli laflar kafa karışıklığı yaratıyor. Çalışmanın kadastro aşamasından haberdarız. Son durumdan ise haberimiz yok. Sosyo-ekonomik açıdan ise işçi ve emekçilerin bulunduğu bir mahalle Kazım Karabekir. Burada yaşayan insanlar yıllardır vergilerini ödüyor. Nüfusun çoğunluğunu Aleviler oluşturuyor. İşsizlik oranı çok yüksek. Çocuk ve genç nüfus yüksek oranlarda. Mahallede uyuşturucu, çeteleşme maalesef çok yaygın. Kumar da kahvelerde oldukça yaygın. Fuhuş da yapıldığını biliyoruz. Buna rağmen bize göre başka türlü bir yaşam olanaklı ve başka bir mahalle mümkün.

Mahalledeki bu sorunların çözümüne dönük ve başka bir mahallenin mümkünlüğünü sahici kılmak adına neler yapıyorsunuz?


Devrim Boran: 2006’nın sonlarında liseli ve üniversiteli bir avuç mahalleli genç olarak bir araya geldik. Mahallemizde yaşanan yozlaşmaya ve yabancılaşamaya karşı bir alternatif oluşturmak iddiasıyla toplandık. Yozlaşmaya ve yabancılaşmaya karşı alternatifi, bir dergi üzerinden hayata geçirmeye karar verdik. Dergi üzerinden mahallemizde yaşanan sistemin dayattığı yabancılaşmaya karşı bir alternatif oluşturalım dedik. Sonuçta yoksul insanlar, emekçi insanlar kendini hiçbir şekilde ifade edemiyorlar. Kendini ifade etmek için araştırma olanakları yok, ne TV, ne gazete, ne radyo ne de başka olanakları yok. Bu dergi, bu imkânı sunsun istedik ve Çınardibi dergisini çıkartmak için uğraşlarımız böylelikle başlamış oldu.

Derginin adını Çınardibi koyduğunuza göre bu adın bir anlamı olmalı, sahi neden Çınardibi?


Devrim Boran: Evet bir anlamı var, ama o anlamdan önce derginin adının nasıl belirlendiğini anlatayım size. Derginin adını belirlemeye çalışırken mahallelilerle ad tartışması yaptık ve bu tartışma sonucunda 3 öneri ön plana çıktı; Karakalem, Zeytin Dalı ve Çınardibi. Üç öneri üzerinde günlerce tartıştık, sonra bu tartışma sonucunda oylama yapmaya karar verdik. Bir sandık kurduk. Oylama yaptık. Sonuçta Çınardibi seçildi.
Çınardibi, mahallenin etrafında kurulduğu çınar ağacı ve çeşmesiyle simgesel bir anlamı ve herkes açısından birtakım çağrışımları olan sokağın adı. Ama bizim için yerel adından da öte. Çünkü Çınardibi aynı mahallede yaşıyor oluşumuzu ve bir aradalığımızı en iyi anlatan isimdi. Bu nedenle Çınardibi oldu ismimiz.

İsim konusunda oylama yoluyla mahallelinin katılımını sağlama tavrınız derginin içeriği konusunda da sürdü mü?


Devrim Boran: Elbette… Bu kez toplantılar düzenleyip tartışmalar yaptık. İçerik, derginin sloganı, logosu, yayın süresi, fiyatı vs gibi konular hakkında bir ay boyunca tartıştık ve kararlar aldık. Bazen her gün, bazen iki günde bir toplantılar yaptık. Ortalama 15, toplamda 50 mahalleli bir ay boyunca toplantılara katıldı. Bu süreçte 11 yaşında da 40 yaşında da insanlar vardı. Toplantılar sürerken bir taraftan da mahalleliden ürünler toplamaya başladık. Şiir, anı, karikatür vs topladık.
Bir de şöyle bir şey oldu o süreçte; İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Şehir Tiyatroları’nda bilet fiyatlarını 1 TL’ye indirmişti. Biz de bu fırsatı değerlendirelim dedik. Mahalledeki anneler köyden gelmiş insanlar, hayatlarında ne tiyatroya gitmişler ne de sinemaya… Mahalleli kadınları tiyatroya götürelim dedik. 200 tane bilet aldık. O biletleri de 2 TL’den sattık. Tiyatro biletini satarken de neden 2 TL’ye sattığımızı söyledik ve dergiyi de tiyatro biletlerinden gelen parayla çıkardık. Mahalleli dergiyi biliyordu. 2006’nın aralık başında 160 adet çıkardık. Kapı kapı dolaştık, sattık. Birkaç günde bitti. 2. baskı yaptık 60 tane, o da hemen bitti. Aralığın ortalarında mahalleliyi tiyatroya götürdük kadın ağırlıklı. Sonra kendimiz gençlik bazında tiyatroya gittik. Böylece Çınardibi başlangıcını sosyal etkinliklerle yapmış oldu. Özellikle çocukların ilgisi çok yoğun…

Çocukların bu dergiye olan yoğun ilgisi beklediğiniz bir şey miydi?


Devrim Boran: Aslında başta çocukların çok rolü yoktu, ama sonradan çocuklar ağırlığını koydu. Biz çok sosyal ve kitlesel bir şekilde başladık. Çınardibi’nin kuruluş aşamasına 50’ye yakın mahalleli katıldı ve ilk faaliyeti 200 kişiyi tiyatroya götürmek oldu. Mahalleli çıkar çıkmaz benimsedi ama çocukların ağırlık kazanması 4. ve 5. sayı ile oldu. Çocuklar ilerleyen sayılarda gittikçe dergiyi daha çok sahiplenmeye başladı. Okudukları için okuma yazma ile içlidışlılar. Büyüklerde ise böyle bir şey yok. Bir kısmı gazete bile okumayan insanlar ve okuma yazma ile çok alakaları yok. Dergiyi daha çok “gençler iyi bir şey yapıyor” üzerinden sahipleniyorlar. Büyükler de okuyor, ama çocuklar daha çok sahipleniyor, alıp okuyor ve daha çok yazıyorlar. 5. sayı ile birlikte dergiye yazan çizen çocuklara kitap hediye etmeye başladık. Bu onları motive edici bir davranışımız oldu. Yaptığımız film gösterimi, tiyatro gibi faaliyetlere de çocuklar daha yoğun ilgi gösteriyorlardı. 2007’nin başlarında bir futbol takımı kurduk onlar için ama doğal ve kendiliğinden gelişen bir şey oldu, önceden düşünülmüş bir şey değildi. Düşünülmüş bir aktivite haline, geçtiğimiz yıl futbol turnuvası şeklinde getirdik. Bizim bir takımımız vardı 13-15 yaş arası. 8 takım katıldı, onları da biz örgütledik. Kendi aralarında takımlar kurdular. Sonra 3 ay boyunca turnuva yaptık. 13-15 yaş bitti, 9-12 yaş arası bitti ardından 7-10 yaş arası. 3 ay boyunca 28 takım kuruldu. “Bize de turnuva yapın” dediler ve o şekilde turnuvayı yönlendirdik. Yaptığımız etkinliklerde mahallelinin talepleri en belirleyicisi… Kültür merkezinde yaptığımız şeyleri de onlar belirliyor. O çerçevede hareket ediyoruz.

Çınardibi dergisi ile başlayan süreçte kültür merkezi fikri nasıl ortaya çıktı?


Devrim Boran: Biz aslında başından beri böyle bir şey düşünüyorduk. Çok erkenden bunu gündemimize almıştık. Dergimiz çıktıktan birkaç ay sonra kültür merkezi açalım diye bir girişimimiz olmuştu, ama çok erken ve koşulları oluşmamış bir girişim olduğundan bu fikir gerçekleşemedi. Bu doğrultuda “kültür merkezi için el ele” adıyla 2007’de bir dayanışma şenliği yaptık. O zaman bu çaba kültür merkezini kurmamıza yetmedi ama iki buçuk yıllık faaliyetin sonunda kültür merkezini geçtiğimiz yıl hayata geçirdik.

Peki kültür merkezi bünyesinde ne tür etkinlikleriniz oluyor?


Devrim Boran: Çocuklar için İngilizce, matematik, okuma yazma kurslarımız oldu, kadınlar için okuma yazma kursumuz oldu. Gitar ve bağlama kurslarımız var. 24-25 Kasım’da kadına yönelik şiddetle ilgili uluslararası bir etkinlik yapıldı. Yine 8 Mart’ta kadınlar günü kutlaması yapıldı. Ayrıca salı günleri kadın toplantıları gerçekleşiyor. Şenlikler, yazlık sinemalar, çocuklar için futbol turnuvaları gibi etkinliklerimiz de var. İhtiyacı olana giysi dağıtımı da yapıyoruz.

Kadın çalışmaları bağlamında neler yapıyorsunuz? Kadın çalışmalarına mahalledeki erkeklerin bakış açısı nasıl?


Devrim Boran: Bizim çalışma yürüttüğümüz kesimler mahallenin tamamından ziyade henüz daha çok kadın ve çocuklarla ilgili. Kadın çalışmamız çok yeni, kültür merkezi ile birlikte başlamış bir çalışma… Bundan 2 yıl önce dünya emekçi kadınlar gününde mahalleli 300 kadına karanfil ve şiir yazıp vermiştik. Ama asıl olarak geçen sene başladı kadın çalışması… Bu çalışmalar kadınların mahalleyi de belli bir düzeyde sahiplenmelerini sağlıyor. Şu ana kadar kadın çalışmalarına dair erkeklerden kaynaklanan belirgin bir sıkıntı da olmadı. Erkeklerin daha çok kahveye gitmek ilgilerini çekiyor; bu tür çalışmalar, kültür merkezi ve dergi pek ilgileri dahilinde değil.
Nazlı Baybars: Ben 20 yıldır bu mahallede esnafım ve hemen hemen herkesi tanıyorum. Toplantılar yaptık, kadınlara çocuklarına sahip çıkmalarını, burada matematik, Türkçe gibi dersler verileceğini söyledik. Bu şekilde onları çekmeye başladık. Ancak kadınlarla çalışmak iğneyle kuyu kazmaya benzer. Buradaki kadınların okuma yazma seviyeleri oldukça düşük. Erkeklere göre kadınların işi zor. Önce güvenmeyip sonrasında güvenlerini kazandıklarımız oldu. Okuma yazma kursuna gelen 30 kişi var şimdi. Saz kursları veriyoruz, matematik kursumuz var. Okuma yazma derslerini de mahalleden Emekli-Sen’den bir arkadaş veriyor. Buradaki kadınların bir kısmı kocalarının korkusundan gelemedi. Hatta bir tanesi yine gelemiyordu, kocasıysa ya şimdi babasının evindedir ya da kahvede. Ben de gittim adamla konuştum “neden karını göndermiyorsun” diye sordum. “Eğer güvenmiyorsan gel bir çayımızı iç” dedim. Ama adam “ben kahveden geldiğimde eşim evde olacak” diyor. “Çalışsan anlayacağım da sen kahveden geliyorsun arkadaşım ayıp” dedim. Neyse şimdi geliyor, okuma yazmayı da sökmeye başladılar yavaş yavaş.
Bunun dışında 25 Kasım’da Gülten Mağdenli geldi ve burada otuza yakın kadınla tiyatro çalışmamız oldu. Kadın sağlığı üzerine Sağlık-Sen’den arkadaşlar gelip çeşitli bilgiler verdi, yaklaşık yirmi beş kadın vardı. Aile içi iletişime yönelik seminer vermesi için bir psikolog davet ettik, gelip anlattı. Hala taleplerimiz bu yönde devam etmekte tabi. Kadınların çalışmasına yönelik el işi becerileri, ahşap boyama gibi taleplerimiz var. Özellikle sosyalist-feminist gruplarla konuştum, Taksim’de, Kadıköy’de solculuk yapmak kolay, gelin buraları görün dedim ama sonuç alamadım. Hâlâ çağrıma devam etmekteyim. Sosyalist ya da solcu olmak zorunda değil destek verenler; ayırım yapmıyoruz. Her türlü desteğe açığız.

“Yozlaşmaya ve yabancılaşmaya karşı olacağız” dediniz. Sizce ne kadar başarabildiniz bunları? İleriye yönelik ne hedefleriniz var?


Devrim Boran: Aslında Çınardibi’nin yapmaya çalıştığı şey sosyal ve toplumsal bir devrim. Toplumu değiştirmek, dönüştürmek. Nihayetinde bu çalışmaya öncülük eden insanlar demokrat, aydın, devrimci, ilerici insanlar. Bizim genel olarak derdimiz bütün dünyayı değiştirmek. Çınardibi de aslında bu mücadelenin bir parçası. Bu yerellikte somutluk kazanmış hali. Toplumu iyiye güzele doğruya doğru değiştirmek de bugün yarın olabilecek bir şey değil; çok uzun yılları alacak bir süreç. Bizim yapmaya çalıştığımız bu yönde değerler yaratmak. Çınardibi’nin ortak paydası, esas aldığı şey, insanın ortak değerleri; birlik, beraberlik, sevgi, saygı, üretim, paylaşım hoşgörü vs. Bir özgürleşme, insanlaşma arayışı... Bu yönde değerler yaratıyoruz, bir şeyler biriktiriyoruz. Nitelik anlamında baktığımızda çok fazla değişimden söz edemeyiz. Sonuçta 3 yıllık bir çalışma ama yarattığımız çok önemli değerler var. Örneğin 12 sayı dergi çıkardık, binlerce insana ulaştı dergi. Geldiğimiz aşamada 1.000 tane dergi satıyoruz mahallede. Yaklaşık 1.000 çocuğa kitap, bir sürü insana elbise hediye ettik. Bu faaliyete onlarca insan, özellikle çocuklar aktif olarak katılıyor. Bu çalışmanın öznesi onlar. Dergi için yazıyor, çiziyorlar, bildiri dağıtmaya katılıyorlar vs. Sinemaya gidiyoruz hep birlikte. Dergi sayesinde özgüven ve irade sahibi, kendini ifade edebilen bir kuşak yetiştiriyoruz. O edilgenlikte onları pasiflikten çıkarıp, kendi beklentileri doğrultusunda hayata müdahale eden, değiştiren bir konuma getirmeyi hedefliyoruz.

Sesinizi duyurmak için çıktığınız bu yolda sizi aksatan, engelleyen ne gibi sorunlarınız var?


Devrim Boran: Aslında bu çalışma kendi öz gücüne yaslanan bir çalışma. Halkın maddi manevi desteğiyle ayakta duruyor. Maddi anlamda herhangi bir dış destek almıyor. Kendi kendini var eden ve ayakta durmaya çalışan bir çalışma. Ortak mücadelenin bir parçası… Şimdiye kadar dışarıdan da bir takım destekler aldık tabii. Sanatçı Şevval Sam mahalleyi ziyaret etmişti, bu çok anlamlıydı. Ama asıl bizim derdimiz bu çalışmanın diğer emekçi mahallelere de örnek olması. Çünkü bildiğimiz kadarıyla bir model özelliği taşıyor ve çok örneği olan bir çalışma değil. Yoksul mahallere de örnek olsun bu tür faaliyetler ve yapılsın ki bu çalışma Türkiye’nin iklimini değiştirecek bir potansiyel barındırıyor. Düşünsenize insanlar okuyor, çiziyor, yazıyor, sosyal ve kültürel faaliyetlere katılıyor. Gerçekten de ülkenin atmosferini değiştirecek bir içeriğe sahip. Model olması ve bunun üzerinden başka mahallere de taşınmasının üzerinde duruyoruz.

Not: Çınardibi’nden Nazlı Abla, yürüttükleri kadın çalışmalarında yer almak isteyecek gönüllülere ve özellikle psikologlara ihtiyaç duyduklarını duyurmamızı istedi. İlgilenenler ceyo.0062@gmail.com adresine mesaj atabilir.


Çınardibi dergisinin birinci sayı giriş yazısı / Aralık 2006
Duyuyor musunuz?


İŞTE ilk çığlığını koyverdi gökyüzüne. Ve nurtopu gibi bir dergimiz oldu. Adını “çınardibi” koyduk. Gözümüz aydın, gönlümüz şen olsun!
Gör(e)meyenlere göz, duy(a)mayanlara kulak, konuş(a)mayanlara dil olsun diyedir ki ÇINARDİBİ ete-kemiğe büründü.
Hikâyemiz bir söz ile başlar. Önce bir söz idi yalnızca. Yüreğimizin eldeğmemiş topraklarına ektiğimiz bir söz. “umut ile, sevda ile, düş” ile suladık o sözü. Yeşerdi usul usul. Yeşerip boy verdi. Boy verip çiçeğe durdu. Ve çatlatıp yüreğimizin kabuğunu bir gökkuşağı gibi açtı, siyah-beyaz filmleri andıran hayatımızın üzerinde.
İpini koparmış gezegenimizde nasıl bir yankı uyandırır bilinmez ama, “bir ihtimal daha var” deyip çıktık Yol’a. Asıl olan da yoldur zaten, varmaktan öte…


Paranın egemen olduğu bir dünyada kültürel bir çabaya girişmek, akıntıya karşı kürek çekmek belki. Ya da “ellisinde uyup yüreğinde çarpan aklına / bir Temmuz sabahı / güzelin, doğrunun ve de haklının fethine çıkan” Don Kişot misali yeldeğirmenleriyle dövüşmek. Kısacası, “akıl karı” olmasa gerek çabamız! Oysa, insanı insan yapan kültürdür. İnsan, doğayı gereksinimleri doğrultusunda dönüştürerek insanlaşmıştır. Kültürden soyutlanmış bir insan, kurumuş bir ırmağa benzer. Özcesi, çabamız insan olmanın bir gereğidir.
Ne “kültür” adı altında dayatılan yozlaşmaya mahkûmuz, ne de yabancılaşmanın yarattığı yalnızlaşma kaderimiz. Her şeyin para ile ölçüldüğü dünyamızda “başka türlü bir yaşam olanaklı”. Çınardibi Dergisi de, başka türlü bir yaşam arayışının ürünü olarak var oldu. Yozlaşmaya karşı kültürü, yalnızlaşmaya karşı toplumsallaşmayı koyarak, başka türlü bir yaşam arayışımızı anlamlandırmaya koyulduk.
Hayatın rüzgârı ile bir yaprak gibi savrulmak yerine, irademizle hayatımıza ve geleceğimize yön veriyoruz. Ve sesimizin ulaştığı herkesi, çabamıza ortak olmaya çağırıyoruz.
Yolumuz açık olsun!


RÖPORTAJ: YAĞMUR AKTAŞ - CEYHAN ÇILGIN

http://birgun.net/city_index.php?news_code=1270163171&day=02&month=04&year=2010

14 Mart 2010 Pazar

HERKES BARAJ İSTİYOR BİR TEK SİZ İSTEMİYORSUNUZ

-Radikal'de yayımlanmıştır-

Bir arkadaşım 7. Munzur Kültür ve Doğa Festivali’nde bu cümleyi kurduğunda aklıma ister istemez baraj ve köprü simgelerini konu olarak ele almış Yeşilçam filmleri geldi. O filmlerde de köprü yahut baraj isteyenler ve istemeyenler arasındaki mücadelenin anlatımı söz konusuydu. Tıpkı az sonra okuyacaklarınız gibi ve fakat büyük oranda farklılaşarak.


Farklılaşma sermayedarın devletin egemen ekonomik politikalarıyla elini daha da güçlendirmesi ile ortaya çıkıyor. Devlet bir şekilde kendini küçültürken kendinden arda kalan boşluğa Sermaydarı daha da güçlendirerek yerleştiriyor. Satılan onca şirketin, madenin, işletmenin ardından artık Akarsular da satılıyor. Akarsular önlerine set çekilerek baraj haline getiriliyor ve sermayedar akarsulardan enerji elde etme sürecinde işin kaymağını yerken, 50 yıl sonra ömrünü tamamlamış barajları bir bataklık olarak Devlet’in işletimine bırakıyor. Bugün bu tutumun en net yansıması Munzur Vadisi Barajlar Projesi olarak karşımıza çıkıyor. Mevzu çetrefillendikçe, projenin hesaplanmayan zarar verici boyutu daha çok ortaya çıkıyor. Buna rağmen Munzur Vadisi Barajlar Projesi ile ilgili yapılan bütün çağrılar ya görmezden geliniyor ya da hiç duyulmuyor. Devletin resmi organları olanca hızıyla bu projenin AİHM’e intikal etmiş davasını ülke içtihatlarına döndürmek için ellerinden geleni yapıp, ışık hızında raporlar hazırladılar ama bu durum 1-2 medya organı dışında önemsenmedi. Bir nehir üstüne 8 adet Baraj ve Hidroelektrik Santrali(HES) yapılması için projeler hazırlanıyor, Türk-ABD şirketleri arasında konsorsiyumlar-protokoller filan oluşturuluyor, hatta bu 8 adet baraj ve HES projesinden 2 tanesi yapılıyor ama ısrarla ve inatla bu durum haber değeri taşımıyor bazıları için. Kör gözüne çomak sokmak gibi olmasın ama haber değeri taşıyan öğeleri sayayım size;

1. Munzur Vadisi Milli Parkı Türkiye’nin ilk milli parklarından biridir ve bu yönüyle Milli Parklar Kanunu’na tabii bir vadidir. Dolayısıyla bu kanunun ‘koruma’ altına aldığı bu alanda “enerji amaçlı barajlar”ın varlığı milli parkı farklı kılan motiflerin yok edilmesi demek.


2. Bu milli park Türkiye ölçeğinde Önemli Bitki Alanları(ÖBA)’ndan birisidir. 2009 yılında hazırlanan ve AB Hibe Programı kapsamında yapılan Munzur Vadisi Biyolojik Çeşitliliğinin Korunması adlı bir araştırmanın sonunda hazırlanan rapor geçtiğimiz hafta gündemimizdeki yerini aldı.(Radikal, 01.02.2010) Araştırmayı hazırlayan Prof. Dr. Mehmet Koyuncu ve Prof. Dr. Neşet Arslan raporun sonuç kısmında şunu söylüyorlar: “Munzur Vadisi biyolojik açıdan dünya çapında önemli bir merkezdir. Diğer bir deyişle Munzur Vadisi bir dünya mirasıdır.Yüzyıllarca zamanda oluşmuş bulunan bu biyolojik zenginlik alanı önemle korunmalıdır. Bölgede planlanacak olan herhangi bir aktivitenin bölgeyi nasıl etkileyeceği hesaplanmadan ve bilimsel verilere dayanan görüşler alınmadan yapılmaması gerekir.


3. 2006 yılında Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından hazırlanan Çevresel Etki Değerlendirme(ÇED) Raporu’nda Barajların Milli Park’ın kendisini oluşturan ayrıcalıklı özelliklerini bozacağı açıklanmıştı. Devletin bir kurumu olan Çevre ve Orman Bakanlığı’nın bu raporuyla devletin kendisi de pek ilgilenmemişti.


4. TMMOB Meteoroloji Mühendisleri Odası Marmara Bölgesi Temsilcisi Doç. Dr. Mikdat Kadıoğlu tarafından hazırlanan raporda yapılması planlanan barajların bölgenin klimatolojik yapısını ciddi oranda değiştireceğinden bahsediliyor.


5. Çevresel/fiziksel yapının tahribatı dolayımsız bir şekilde toplumsal alanın tahribatını da beraberinde getirmekte. Bu barajı yapan iktidarın bunu hesaba katmadığını söylemek saflık olur. “Enerji amaçlı barajlar” bu coğrafyada “insansızlaştırma amaçlı barajlar” olarak tasvir edilmekte. Peki bu kanıya nerden vardılar? Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde hazırlanan iki rapordan haberdar olma ihtimalleri yüksek. 1896 yılında Osmanlı Umum Müfettişleri tarafından hazırlanan rapor ile 1930 yılında Mareşal Fevzi Çakmak tarafından hazırlanan raporlar Dersim’de “blok havuzlar” oluşturarak bu havuzlar sayesinde aşiretleri yerleştikleri bölgelerden sürmeyi hedefliyordu. Bu blok havuzların modernleştirilmiş hali olan “Enerji amaçlı barajlar” bugün bu yörenin insanlarının çoğunluğunda tedirginlik yaratıyorsa devletin bu politikaları başat rol oynamaktadır. Bir de tabi unutulması imkansız, 1938 yılında Dersim’de gerçekleştirilmiş olan katliam…

BARAJ İSTEMİYORUZ, ÇÜNKÜ…

Barajlar Dersim’in doğasına yönelik en büyük tehditlerdir. Bu tehditler bunca zararlarına rağmen inşa edilirse Munzur Vadisi ekolojik yönden büyük bir felakete uğrayacaktır. Dersim’in can damarlarından Munzur Vadisi ve çevresinin uğrayacağı bu felaket sonucunda ortaya çıkacak olan ekolojik sorunların dışında bir de ekonomik sorunlar baş gösterecektir. Gelin bu ekolojik ve ekonomik sorunlara birlikte göz atalım:

Ekolojik Nedenler

Bu barajlarla birlikte Munzur Vadisi Milli Parkı’nı özellikli bir alan haline getiren birçok önemli ekolojik unsur yok edilecek. Örneğin, barajlar dolayısıyla iklimde yaşanacak olan değişim nedeniyle dağ sarımsağının dünya üzerinde sadece Munzur Vadisi’nde yetişen bir türü yok olacak. Ayrıca 1500 çeşit endemik tür ve takson yine değişen iklime bağlı olarak yok olacak. Doğası gereği akarsularda yaşayan Alabalıkların Dünyaca meşhur ve yalnızca Munzur Nehri’ne özgü olan türü de barajlar dolayısıyla tümüyle yok olacak. Ayrıca bu barajların etrafındaki ormanların binlerce dönümü ya sular altında kalacak ya da barajların inşaatları için yok edilecek. Bu binlerce dönüm dışında kalan diğer ormanlar ise Barajların yaratma ihtimali sözkonusu olan “çölleşme”den nasibini alacak. Baraj göllerinin neden olacağı bu çölleşme sonucu ormanlık alanların yok olmasına ek olarak su kaynaklarının büyük kısmı kuruyacaktır. Kuruyacak alanlardan bir tanesi de elbette Munzur Nehri’nin kaynağı Munzur Gözeleri’dir. Böylelikle Munzur Vadisi’nin ormanlık ve sulak alan vasfını da yitirecek. 1. Derece Deprem Kuşağı’nda yer alan Munzur Vadisi’nde baraj yapmanın ne kadar riskli bir durum olduğu ise su götürmez bir gerçektir.

Ekonomik Nedenler

İlçeleriyle artık bağlarını daha kuvvetli biçimde kurmak isteyen Dersim’in bu barajlar yüzünden adeta bir ada haline geleceğini ve hem ilçeleri hem de etrafındaki illerle bağlantısının kopacağını biliyoruz. Bu bağların kopmasını takiben ilçelerinde var olan tarım potansiyelini üretim-tüketim süreçleri arasındaki döngüde kullanamayacağı gün gibi ortada. Var olan 1. sınıf tarım arazilerinden faydalanılamayacak çünkü ürünler, bu ürünler için pazar niteliği taşıyan Dersim’e daha zor ulaştırılacak ve dolayısıyla ürünün maliyeti artacak. Maliyeti artan ürünün pazar fiyatı da buna bağlı olarak yükselecek.

1994 yılında boşaltılan yüzlerce köyden sonra nüfusu büyük oranda azalmış olan Dersim’de bu barajlardan ötürü 84 tane köy ile birlikte en az 5000 kişilik bir nüfus yerinden edilecek. Bu köylerdekilerin geçim kaynağı olan tarımsal araziler ya sular altında kalacak ya da bu arazileri işleyecek köylü orada olmayacak.

İklim değişikliği arıcılık ve turizmi olumsuz etkileyecektir zira biyolojik bakımdan son derece zengin olan Munzur Vadisi bu zenginliğini yitirecektir. Oysa vadinin turizm etkinliklerine oldukça elverişli olması ve bitkisel zenginliği nedeniyle, barajlardan elde edilecek gelirden daha fazla geliri üstelik hiçbir zarara uğramadan sağlayacaktır.



Ceyhan Çılğın: Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Şehir ve Bölge planlama Lisans 4

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=981064&CategoryID=83

DERSİM, ONUR ÖYMEN VE MUNZUR VADİSİ

-Birgün'de yayımlanmıştır.-

Munzur Vadisi’ne 8 baraj ve hidroelektrik santralı projesi adım adım sürdürülüyor. TMMOB’un raporuna göre, bu barajlar yapılırsa Dersim’de iklim önemli ölçüde değişecek. Politik iklimin değişmezliğine karşılık
fiziksel iklimin yerle yeksanı… Göçüp göçmemekse artık zorunlu bir tercih halini alıyor.

CEYHAN ÇILĞIN (*)

Çayan Demirel’in ‘38’ adını taşıyan belgesel filminde ‘
halk halka ağlasın’ diyor Dünya Ana, sessizlik duvarlarını birer birer yıkarak. Notasız kalmış sesiyle insafsızlığa, zalimliğe karşı haykırıyor… Hâlâ yaşıyorsa Dünya Ana ve olan biteni duyuyorsa içine bir parça da olsa su serpilmiştir muhtemel, zira ‘halk halka ağlamasını’ öğreniyor.

Türkiye bugünlerde çatırtılara, sarsıntılara, duvara çarpmalara rağmen tarihinin yok saydığı, hiçleştirdiği yüzüyle bir hesaplaşma içine giriyor. Ne büyük ironidir ki bunda
Onur Öymen’in Meclis kürsüsünden sarf ettiği o talihsiz cümleler büyük rol oynuyor. Sayesinde kendisinin, ardıllarının ve öncüllerinin ‘Dersim İsyanı’ olarak nitelendirdiği ve aslında bu coğrafyada daha çok Dersim Katliamı olarak bilinen, Cumhuriyet tarihinin eşi benzeri görülmemiş bir toplu öldürme ve sürgün olayları silsilesi tartışılmaya başlanıyor. Ezber bozuluyor ve bilinmeyenler bilinir hale geliyor. O bilinmezlerden biri de dönemin Malatya Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil’in ses kaydı idi. Çağlayangil ‘1937-1938 Dersim Harekâtı’ sırasında yapılanları anlatıyordu. Duyduklarımız tüylerimizi ürpertiyor:

“Neticeyi söylüyorum... Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden… Bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir harekât oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e girdi.”

‘ÖLÜ CANLAR’IN GERİDE BIRAKTIKLARI

Devletin çeşitli kademelerinde görev almış ve son olarak Dışişleri Bakanlığı yapmış olan İhsan Sabri Çağlayangil ‘Dersim böyle bitti’ dese de Dersim meselesi böyle bitmemişti. Öyle ya, ölülerin ya da ‘Ölü Canlar’ın geride bıraktıkları da vardı. ‘Onları da yok edelim’ bahsi geçti mi aralarında bilinmez ama o zaman için bu kadarını göze alamazlardı. Zira ‘anlı, şanlı Genç Cumhuriyet’ ‘kanlı, zanlı’ anılmak yerine başka yollar bulmalıydı. Kanlara, canlara geçmişleri unutturulmalıydı. Hem de bir daha hiç hatırlamamacasına... O halde geride kalanları Mareşal Fevzi Çakmak’ın da reva gördüğü üzere ‘Türkleştirmek’ gerekiyordu. Bunun için bir çözüm ortaya sürüldü: Zorunlu göç…

Sonrasını
Cemal Süreya anlatsın, çocukluğunun gayya kuyusunu bambaşka bir şekilde anımsatarak hepimize;

“Bir yük vagonunda açtım gözlerimi. Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu…”

Ve artık ‘Türkleşmek’ vaktiydi… Bu politikanın mekâna tercümesi şu idi: ‘
insansızlaştırılmış bölge oluşturmak’. Dersimliler için ise hayatın, geçmişin insansızlaşması... Yıllarca geri dönemediler topraklarına ve fakat yasaklar kalkınca başlayan geri dönüşler ile anlaşıldı ki bu işi tek başına sürgün politikalarıyla halletmek mümkün değildi. Üstelik geçmişin kanla dolu fotoğraflarını göz bebeklerinde taşıyanlar ne yapılırsa yapılsın kültüründen uzak tutulamazlardı. Devlet bu politikasıyla sınıfta kalmıştı ama vazgeçmek olmazdı. Hesaplaşılan ile yeniden hesaplaşmak için yeni hamleler gerekiyordu ve devlet artık farkındaydı, bunu kan dökmeden yapmak mubah olanıydı.

‘BLOK HAVUZLAR’DAN BARAJLAR PROJESİ’NE

Bölgenin insansızlaştırılmasına dair politikalar aslında sadece 50 yıl öncesine ya da günümüze dair değildi. Köklerini Osmanlı İmparatorluğu döneminden alan
bir sürgün politikasıydı söz konusu olan. 1896 yılında Anadolu Umum Müfettişi Müşir Şakir ile 4. Ordu Müfettişi Zeki Paşa’nın hazırladıkları Dersim Raporu’nda 27 maddelik bir ‘Islah Programı’ oluşturulmuştu. Bu program dâhilinde bölgeye ‘blok havuzlar’ yapılması önerilmiş, bu blok havuzlar sayesinde aşiretlerin yerleştikleri bölgelerden başka yerlere göç edecekleri düşünülmüştü. Hesaplar tutmadı ve bir başka ‘bahar’a kaldı. Bu kez 1930’lu yıllarda Mareşal Fevzi Çakmak’ın raporlarına yine aynı ‘blok havuzlar’ fikri düşüyor ve bu havuzlar sayesinde Dersim’in insansızlaştırılacağı inancı sürüyordu. Ancak 1937 yılında başlayan olaylar ve ortaya çıkan kanlı resim bu havuzların yapılması planını gereksizleştirdi.

İnsanlarını değiştiremeyince coğrafyasını değiştirmek gereği hâsıl oldu kültürün ve yaşantının. Devlet bu kez daha önceleri bahsettiği ‘blok havuzlar’ fikrini ‘
enerji amaçlı barajlar’ adı ile modernize edip gündemimize servis edecekti. 8 adet baraj ve hidroelektrik santrali projesi adım adım sürdürülüyor. Şimdilik 2 baraj yapıldı ve kalan 6 tanesinin master planları hazırlandı. Bu projeler sonrasında Dersim’in haritası tümüyle değişecek. TMMOB tarafından hazırlanan rapora göre, bu barajlar yapılırsa Dersim’de iklim önemli ölçüde değişecek. Politik iklimin değişmezliğine karşılık fiziksel iklimin yerle yeksanı… Göçüp göçmemek artık zorunlu bir tercih halini alıyor çünkü tarımsal üretimi zaten düşmüş olan Dersim’de bu barajlar 84 köyü sular altında bırakacak ve tarımsal üretim ciddi oranda sekteye uğrayacak ama daha önemlisi bu 84 köyle birlikte önemli bir nüfus yerinden edilecek. İnsansızlaştırılma işte ‘yeniden’ böyle başlayacak. İlçeleriyle ilişkisi zaten son derece zayıf olan Tunceli’yi bu barajlar çevresindeki illerden de tecrit edecek.

Çevre ve Orman Bakanlığı’nca 2006 yılında hazırlanan Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) Raporu’nda Munzur Vadisi Milli Parkı’nın devamlılığı için bu bölgeye baraj yapılmaması gerektiği, barajların milli parka verilebilecek en büyük zarar olacağı söylenmesine rağmen barajlar projesi inatla sürdürülüyor. Havuzlar, bloklar, duvarlar yüzyılların içinden tekrar çıkıp karşımıza dikiliyor.

Soruyorum(z):
Hangi kentin merkezinde baraj var? Dersim’in bağrına saplanmış hançer misali konumlanmış Uzunçayır Barajı var. Üstelik doğduğumuz evler, salıncakta sallandığımız parklar ve akşamüstü Munzur’un serinliğiyle tatlanan çay bahçelerimiz suların ta dibine gömüldü bile…

DERSİM ADI GERİ VERİLSE BİLE...

Anılarımız sulara gömülürken yaklaşık 2 ay önce Meclis’te Tunceli’ye Dersim adının geri verilip verilmemesine dair bir tartışma başlatıldı. Olumlu bir gelişme olarak bu tartışma öncesinde Dersimspor adıyla bir futbol takımımız da kuruldu. Ancak Dersim adı sadece bir coğrafyaya karşılık gelmiyor, aynı zamanda bunca acıya rağmen kendini hâlâ var kılmaya devam eden bir kadim kültürü ifade ediyor.

Devlet, Barajlar Projesi’nden vazgeçmelidir. Barajlar gelir geçer, 50 yıllık ömürlerinden geriye bir bataklık kalır. Oysa insanıyla, bölgesiyle, kültürüyle, doğasıyla ve geçmişiyle Dersim etrafına yapılması planlanan o barajlarla değil, coğrafyasını değiştirmeye çalışanlara inat ‘
Dersim dört dağ içinde’ türküsü ile hep var olacaktır.

(*) Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Şehir ve Bölge Planlama Bölümü 4. Sınıf Öğrencisi
ceyo.0062@gmail.com

MUNZUR VADİSİ VE TOPLUMSAL UMURSAMAZLIK

-Birgün'de yayımlanmıştır-


17 Ağustos 2009 günü geri dönülmesi çok güç bir hatanın ilk adımı atıldı; Munzur Vadisi üzerine yapılması planlanan 7 adet baraj ve HES (Hidroelektrik Santral) projesinin ilk halkası olan Uzunçayır Barajı’nda su tutulması işlemine başlandı. Barajın inşa sürecinden şu ana kadarki zaman diliminde, toplumsal bilinç yerini toplumsal sükûnete bıraktı ve neticesinde kimsenin ummadığı ve gerçekleştiği halde tepkisiz kaldığımız doğa katliamı başladı. Bütün süreç Munzur Vadisi Milli Parkı üzerinde gerçekleştirilmesi planlanan projelere yoğunlaşınca, elbette Uzunçayır Barajı gündemimizde yeteri kadar yer işgal edemedi. Öyle ki, artık rahat bir biçimde “baraj” kavramını gündelik yaşam dahilinde telaffuz eder hale geldik. Ama bu süreç bu kadar kolay olmadı. Gelin barajın inşa edilmeye başlandığı o güne gidelim. 1996 yılı ve dönemin başbakanı Tansu Çiller Tunceli’ye bir ziyaret düzenliyor. Ziyaretin temel amacı Uzunçayır Barajı’nın açılışını yapmak. Tunceli’de belki de hiçbir başbakana gösterilmemiş bir sevgi seline mazhar oluyor Tansu Çiller. İnsanlar barajı ve Tansu Çiller’i büyük bir sevinçle basıyorlar bağırlarına.


EVLERİN ÇEVRESİNDEKİ YILANLAR

“Tunceli'de Uzunçayır Barajı ve Ovacık Mercan Vadisi’ndeki hidroelektrik santralı yapımı devam etmekte olup, bu baraj ve santralın yapılması Tunceli insanını sevindirmiş ve bu projelerin bir an evvel tamamlanması için de, her Tuncelili, üzerine düşen görevi seve seve yapmıştır. Ülkemizin tabiat güzelliklerine, doğal ve zengin doğa varlıklarına sıkı sıkı sahiplenilerek üretime dönük daha nice barajların yapılması, her Tuncelili yurttaşın içten dileğidir, ülkesine olan bağlılığıdır, sevgisidir.”

Yukarıdaki konuşma 26 Haziran 2003 günü TBMM’de Tunceli milletvekilliği yapmış olan Hasan Güyüldar tarafından yapılıyor. Konuşmasının devamında Munzur Vadisi üzerine uygulanmak istenen baraj ve HES projelerinin yöre halkı tarafından benimsenmediğini ifade etse de Uzunçayır Barajı’na dair söyledikleri tam anlamıyla bulunduğumuz durumu işaret ediyor. Tepki göstermediğimiz, sessizce seyrettiğimiz Uzunçayır Barajı’ndan çevreye sirayet eden zararın boyutları kendini gösterir gibi olunca insanlar ne büyük bir hatanın peşinden gittiklerini geç de olsa fark ettiler. Evleri sular altında kalanlar durumdan pek şikâyetçi olmasa da baraj civarındaki ev sahipleri şu günlerde evlerinin çevrelerinde sürekli yılanlara denk geliyor. Ayrıca kentte atık su arıtma tesisi bulunmadığından 9 noktadan baraja akacak olan kanalizasyonun burada birikeceği ve dolayısıyla hastalanma oranlarında artış olacağı söyleniyor. Nem oranındaki artış sonucu iklim dengesinin bozulacağı ve ekosistem tahribatının söz konusu olacağı da ekleniyor.


Uzunçayır Barajı dışında yapılması planlanan diğer barajların etkileri daha ağır sonuçlar doğuracaktır. Zira Munzur Vadisi Milli Parkı Türkiye’nin ilk ve en büyük milli parklarından olup birçok açıdan korunması gerekli bir vadidir. Munzur Vadisi Milli Parkı, Yaban Hayatı Koruma Sahası ve Bitkisel Çeşitlilik Merkezidir. Munzur Vadisi Milli Parkı’nda flora olarak; 79 familyaya ait 284 cins ve 477 tür ve tür altı takson(*) tespit edilmiştir. Barındırdığı bitki türlerinden 55’inin endemik olduğu bilinmektedir. Munzur Vadisi, 228 endemik bitki taksonu olan, 141 (120’si endemik) taksonun ise tehlike altında olduğu, toplam 1500 kadar çeşitli bitki örtüsüne sahiptir. Küresel ölçekte tehlike altında olan tür sayısı 12, Avrupa ölçeğinde tehlike altındaki tür sayısı ise 109’dur. 1971 yılında ilan edilen Munzur Vadisi Milli Parkı, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin ilk milli parkıdır.


NELER OLACAK...

Tümü enerji amaçlı olan barajlar ve HES'ler tamamlandığında toplam 384,5 Mw güçle yılda 1571 Gwh enerji üretilecek, ekonomiye yıllık 80 milyon dolar katkı sağlayacaktır. Bu değer, Türkiye toplam enerji üretiminin yüzde 1,2’sidir. Atatürk, Karakaya ve Keban barajlarının kapasitelerinin 4’te 1’i kadarı ile çalıştıkları düşünüldüğünde Munzur Vadisi’nde baraj yapmak fikrinin yerinde bir fikir olmadığı ortaya çıkıyor. Üstelik bu milli park üzerine inşa edilmek istenen 6 adet baraj ve HES aşağıdaki sonuçların ortaya çıkmasına neden olabilir:


»Bölgenin baraj suları ile gölleşmesi bölgenin iklimini değiştirecek, kar yağışı azalacak. Bu durum, kaynak sularının azalmasına ve bazılarının tamamen kurumasına, belli bir süre sonra Munzur gözelerinin de yok olmasına neden olacaktır. Vadideki barajların, diğer nehirler üzerinde kurulan barajların aksine, su kaynağına yakın bir mesafede olması, gözeleri doğrudan etkilenmesine neden olacaktır.


»Barajların ömürlerini 30-40 yıl içinde doldurması nedeniyle Munzur Vadisi bataklık alanlara dönüşme tehlikesi ile karşı karşıya kalacaktır.


»Binlerce dönüm ormanlık alan gerek baraj inşaatlarındaki çalışma, gerekse sular altında kalacak olması nedeniyle yok olacaktır.


»Tunceli-Ovacık karayolu sular altında kalacaktır. Yeni yapılacak yol Hozat ilçesi üzerinden düşünülmüştür. Bu şekilde Ovacık ilçesi ile Tunceli kent merkezi arasındaki bağlantı kopacaktır ki Tunceli kent merkezinin bazı ilçeleriyle ilişkileri zaten kopuktur.


»60'tan fazla köy sular altında kalacak ve toplam 84 köy zorunlu olarak göç edecektir.


»Munzur’un dünyaca ünlü alabalığı, yapısı itibari ile baraj sularında yaşama imkânı olmadığı için tamamen yok olacaktır.


»Mercan Hidroelektrik Santralı ile Konaktepe II Hidroelektrik Santralı için sular borularla taşınacağından, sular nehir yatağından hemen hemen tümüyle çekilecektir.


»Vadi baraj sularına boğulacak, Konaktepe I ile Konaktepe II arasında kalan 15 km lik bir alanda Munzur suyu tünellerle taşınacağı için, bu mesafe boyunca hiç su akışı olmayacaktır. Bu kısım tamamen kuru yatak haline dönüşecektir.


»Arkeolojik araştırmalar yapılmamasından ötürü yörenin arkeolojik açıdan önemi irdelenmemiştir.


»Barajlar arıcılık ve turizmi olumsuz etkileyecektir. İklimin değişmesi arıcılığın sona ermesine neden olacaktır.


»1. derece deprem kuşağında yer alan Munzur Vadisi’nde baraj yapılmasının tehlikeleri açıktır.


»Boşaltılacak olan 84 köy ile birlikte tarımsal üretim önemli oranda sekteye uğrayacaktır.


»Devlet destekli köylere geri dönüş projesi yine devlet destekli barajlar dolayısıyla ayakları yere basmayan bir proje olacaktır.


»Yöre halkının inanç sistematiğinde önemli yer tutan bazı ziyaretler sular altında kalacaktır.


YABAN HAYATINA EN BÜYÜK ZARAR


Çevre ve Orman Bakanlığı’nca Munzur Vadisi’nde yapılmakta olan barajlara dair Mayıs 2006 yılında yayımlanan ÇED Raporu’nda, Genel Müdür Prof. Dr. M. Kemal Yalçınkılıç imzalı raporun 8 sayfalık bilgilendirme yazısının son sayfasında Munzur Vadisi’ne dair söylenenlerle bitirelim:


"Milli parkın devamlılığı Türkiye Yaban Hayatı’na yapılabilecek en büyük katkılardan biri, tersi bir durum ise Türkiye Yaban Hayatı’na verilebilecek en büyük zararlardan biri olacaktır."

(*) Takson: Belli bir kategoriye dahil edilebilecek kadar farklı olan ve ayrı bir isim verilmeye hak kazanmış herhangi bir seviyedeki gruba verilen addır.

KAYNAKÇA
• ÖZHATAY Neriman, Andrew BYFİELD, Sema ATAY, Türkiye’nin Önemli Bitki Alanları
• Çevre ve Orman Bakanlığı Mayıs 2006 Çevresel Etki ve Değerlendirme Raporu
• Doç. Dr. Mikdat KADIOĞLU, (TMMOB Meteoroloji Mühendisleri Odası Marmara Bölge Temsilcisi),
Munzur Proje Bölgesinde Olası İklim Değişimleri


http://www.birgun.net/city_index.php?news_code=1252059877&year=2009&month=09&day=04